Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

30 Mart 2011 Çarşamba

Bazı hayaller, biz gerçekten isteyince, hedeflere dönüşebilir mi ?

Hayaller ve hedeflerin arasındaki ince çizgiyi anlatarak güzel bir girizgah yapabiliriz herhalde. Hedefleri, belirli bir zaman içerisinde ya da sonunda, planlanabilir, ulaşılabilir, başarılabilir "olaylar" olarak tarif ederler kişisel gelişim eğitimlerinde... Hayaller ise, daha ulaşılamaz, daha hesaplanamaz, daha dokunulamaz "olaylar" diye devam ederler... Ama her ikisi de, başarıldığında, dokunulduğunda, ulaşıldığında, mutluluk verici, haz verici, statü atlatıcı, "beni benden alıcı" şeylerden oluşuyor aslında :) Hayatı daha anlamlı kılıcı belki de...

Hedeflere örnek olarak mesela, bir mezuniyeti verebiliriz, ya da bir araba satın almayı, araba kullanmayı öğrenmeyi, çok pahalı bir arabanın sadece içine oturmayı belki de... Hayale örnek olarak oyuncu olmak olabilir mesela, ya da bir gazeteci olmak, bir başbakan, bir teknik direktör ya da bir yazar, bu alanlarla hiç alakası olmadan, "ekmek parası" uğrunda yaşam savaşına düşmüş bir insan için... Siz çeşitlendirin işte, çocukken olmayı istediğiniz şeyi düşünün mesela, şimdiki konumunuza çok uzakta olan... Ya da ünlü olmuş bir çocukluk arkadaşınız vardır belki, şu an bende orda olabilirdim dediğiniz, ama şimdi sizin için sadece bir hayal olan...Acı mı veriyor size o hayali düşünmek, yoksa mutlu mu ediyor şuan ya da hırslandırıyor mu ? Eğer ki mutlu ediyorsa,  kusura bakmayın ama zaten sizin için iş bitmiş demektir, o halde düşünüp mutlu olduğunuz şey her neyse, sizin için hakikaten bir hayal anlamına geliyor... Eğer ki hırslandırıyorsa ya da hala bi yerlerinizi acıtıyorsa yazının bundan sonraki kısmını dikkatle okumanızı tavsiye ediyorum...

Yirmilerinde evlenmiş ve iki çocuk sahibi olmuş bir ev hanımı, sizce otuzlarında nerelerde olabilir ? Ailesini, eşini ve mutluluğunu kaybetmemek şartıyla ama... Çocuklarını pırlanta gibi yetiştirip, onlardan hiç bir zaman sevgisini esirgemeden, hatta onlarla birlikte başkalarının çocuklarına da sevgi dağıtmak koşulu ile...Bir çok işte ve iş alanında çalışmak, hepsinde yeni tecrübeler, yeni bilgi birikimleri edinmek koşulu da var tabi... Ama öyle alelade işler ve statüler de olmayacak bunlar. Mesela yaptığı yorumlarla, verdiği geribildirimlerle iş kararları aldıran nitelikte olacak...

Sonra otuzlarına geldiğinde aklına çocukluk hayali gelecek, birilerinden esinlenecek belki, belki de tamamen "olmaz" deyip derinlere gömdüğü yaratıcılık eserleri su yüzüne çıkacak ve tamamen konuyla alakasız bir iş yerinde, "tiyatro yapacağım" diye tutturacak. Kırk akıllı o taşı çıkaramayınca, deliyle deli olmayalım denecek ve bir Tiyatro Kulübü kuracak... Dedim ya kırk akıllı o taşı çıkaramayacağı gibi, deliyle deli olanlar da çıkacak ve ardından taş atmaya başlayacak. Mesai bitimlerinde deliler "ekmek arası" ile karınlarını doyurarak, taş atmaya devam edecekler kuyuya... O otuzlarında olan, bu işe öyle bir yüreğini koyacak ki, o kadar çatlak sese, o kadar olumsuzluğa rağmen 4 sene boyunca ardı arkası kesilmeyecek o kuyuya atılan taşların. Nasıl kocaman bir yüreği varsa bu otuzlarındaki kadının, herkese sevgisini dağıtacak, doğrudan ve dolaylı yoldan bir sürü insanın hayatını değiştirecek, belki de yeni yeni yollar çizdirecek hiç haberi olmadan...

Nasıl kocaman bir yüreği varsa bu otuzlarındaki kadının, bunlarla da yetinmeyecek sevgisini paylaşırken, bir yandan da bir şeyler karalamaya başlayacak. Sonra karalamalar harflere dönüşmeye başlayacak, harfler kelimelere dönüştükçe onları da paylaşmaya başlayacak. Ama inanmayanlar da olacak ona, sanki bunca taşı kuyuya atan o değilmiş gibi. Yine onlarla da savaşmayacak, ama aldırmayacak da onlara. Yok artık! Abartacak, bir de "yazar olacağım" diyecek... Saçmalayacak iyice, "hem de oyun yazacağım" diyecek. "Ben oyun yazıyorum" dedikçe, çevresindekiler sanki mektup yazıyormuş gibi tepki verecek. O yine düşmeyecek, yine durmayacak ve oyun yazacak... "Yazımı bitirdim, bir oyunum oldu" diyecek, çevresindekiler bir kek yapmış gibi tepki verecek. Otuzlarındaki deli yine aldırmayacak, oyununu şehir tiyatrolarında okutacak ve ayakta alkışlanacak. Çevresindekiler farkına varacak onun bir "oyun" yazdığının. Bir tiyatro oyunun, böyle bir kadın tarafından yazıldığının farkına varacaklar. Tebrik etmeye başlayacaklar, takdir edecekler, ama o otuzlarındaki kadın yine yetinmeyecek... Herkese bahşettiği sevgisini, o kuyuya attığı taşa da öyle bir bahşedecek ki, bir tiyatro grubu daha kuracak. Bir yönetmen ve bir oyuncu alacak yanına, oyununu oynatacak... İki yüz otuz kişi izleyecek oyununu, bittiğinde oyun ayakta alkışlanacak. Arkadaşlarının kalbi pır pır edecek, gururlanacak, gözleri dolacak, o çıkıp sadece "ben konuşmayım, biraz daha yazayım" diyecek ve karanlığa çekilecek... Doyamayacak kimse oyuna, bi daha oynansın diyecek... İlk yazdığı oyununu, ilk kez oynatacak ve o oyuna doyulamayacak...

Yirmilerinde sadece nur yüzlü, candan ve gözü kara bir kadından, otuzlarında sizce bir Nur Can KARA çıkabilir mi ?

İnsan kendi hayatından başarı hikayeleri anlattığında, ukalalık derler... Ama gerçek dışı hikayeler de kimseyi tatmin etmez... Buyurun size taze taze, kanlı canlı, capcanlı bir başarı hikayesi ya da ibretlik bir tablo... Sizce bir sigorta şirketi ya da muadil bir sektörde çalışan biri için, oyuncu olmak, yazar olmak bir hayal midir ? Yoksa hedef mi ? Ya da sorumu şöyle değiştireyim;

Bazı hayaller, biz gerçekten isteyince, hedeflere dönüşebilir mi ?

Sevgilerimle,
Serkan ÜRGÜN

27 Şubat 2011 Pazar

Aşk Tesadüfleri Sever...

"Aşk Tesadüfleri Sever" filmini izledim bugün. Çok yorum almıştım, iyi diyen de oldu, fena değil diyen de... Filmin başlangıcındaki, doğumhane önünde gerçekleşen trafik kazasını gördüğümde bu nasıl bi aşk filmi demeye başlamıştım bile. Benim için bu film kesinlikle komikliklerle dolu bi filmdi. Hoş yalan da değil, bir çok sahnede güldüğümü hatırlıyorum. Ha şimdi aklında ne kaldı derseniz?... demeyin!... :)


Bi tek bende mi var bu bilmiyorum. Filmi izlerken Mehmet Günsür olası gelmedi mi herkesin ? Ben bu adamı Bıçak Sırtı' nda fark etmiştim. Oyuncu olarak da, herhangi bir tip olarak da adam hakkaten fark ettiriyor kendini. Herhalde bu yaşıma kadar ilk defa bi bay oyuncuyu tartışmasız kıskandığımı söylüyorumdur :) Kenan İmirzalıoğlu' ndan bahsettiklerinde mesela, hep hazır olur bahanem... "Abi, bende o kadar boy olsa..." ya da "Kızım o fizik bende olsa...." diye başlarım cümlelerime. Arkadaş, bugün filmde adamın pazularına, kollarına falan baktım, bildiğin açık arıyorum. -Hani bi dönem spor yaptık, dövüş çalıştık, biraz vücut geliştirdik ya.- Açıkta buldum hani. Adamın kolları, çocuk kollarından farksız, incecik bişey. Vücut falan yok! Boy, pos yok! Eee... Ne var bu adamda ? Vallahi hiç uğraşmayın arkadaş, doğuştan sempatik, doğuştan karizma böyle bişey oluyor sanırım :) Bildiğin kıskanıyorum adamı yahu, gördüm mü sinirlerim bozuluyor :)


E adam zaten özenilesi bi adam, bi de bizim yönetmenler, yapımcılar adamı öyle rollere koyuyorlar ki, insanın daha bi özeniyor. Adam, Bıçak Sırtı' nda, Avrupa' da okumuş gelmiş, zengin ailenin yaramaz çocuğu... Sonradan barmen oluyor falan filan... Bu filmde de aynı... Ailenin şımarık çocuğu, fotoğrafçılıkla başlayan bir kariyer ve sergi açıp, bu sergide çocukluk aşkıyla tekrar tanışıyor. Sağolsun Belçim Bilgin' i de film de bir yapmışlar ki, kadının suratına baktıkça bakasın geliyor. Baktıkça da gözlerinin içi daha bi parlıyor... 


Peki o kaptanın salaş meyhanesindeki rakı masasına ne demeli ? Nasıl güzel bi "havası" vardı o meyhanenin. Evet havası. Ben filmi izlerken bildiğin aldım o havayı. Sonra kızın sızması, onu evine götürmesi, kendi yatağına yatırıp, beklenenin aksine, izleyip izleyip geri dönmesi... Tam bu sıralarda ve filmde ki her can alıcı sahnede çalan parçalar ? Demir Demirkan - Zaferlerim (ki zaten çok severim), Redd - Nefes Bile Almadan (ki zaten çok severim), Teoman - Değirmenler (Bülent Ortaçgil ya da Şebnem' den tercih ederdim), Şebnem Ferah - Hoşçakal(bu film daha güzel bi parçayla bitirilemezdi, ki zaten ayrıca hastasıyım:) ), Müslüm Gürses - Aşk Tesadüfleri Sever (2007' Aşk Tesadüfleri Sever albümünü çıkararak resmen alternatif müziğe geçiş yapan bi adam benim için) v.s...


Evet ben filmde kendime çok fazla rol buldum. Ve sanırım bu film hakkında objektif bir yorum yapamayacağım. Ya da benim objektif yorumum bu kadar olabiliyor bu film için. Ama ilk defa bir filmden çıktıktan sonra, beraber gittiğim arkadaşıma, "şu an tekrar başlıyo gel deseler, tekrar izlerdim bu filmi" dedim. (Pintilikten değil, yetişmek zorunda olduğum bir yer olduğu için izleyemedim.)


Eminim ki bu yorumu beğenenlerin, bana katılanların sayısı fazla olacaktır ama, abartmış ya da ben beğenmedim diyen de olacaktır. Bana öyle geliyor ki, bu filmin beğenisi, hissettirdikleri, içinde kendinize ne kadar rol bulduğunuzla, ne kadar kendinizi gördüğünüzle doğru orantılıdır.


İzlemeyenlere kesinlikle tavsiye ediyorum. Evde izlemelerini değil, sinemada izlemelerini...


Serkan ÜRGÜN

9 Ocak 2011 Pazar

İlk Hafta

Sigara bırakma girişimlerimdeki, ilk haftam bitti.Bu evreleri anlatarak, hala sigara içen, onlarca arkadaşımı belki bırakmaya özendiririm dedim. Açıklamalarım tamamen içten ve tamamen kendimi dahi kandırmaya yönelik olduğunu baştan belirteyim :)
Tabi ki en başta kendimi kandırmaya yönelik... Daha önce max. 6 ay olmak üzere, sigarayı defalarca bırakmış biri olarak, sigaranın nasıl bırakılacağı, ve nasıl tekrar başlanabileceği konusunda doktora tezimi verdiğimi düşünüyorum. En başta şunu belirteyim ki, sigaradan nefret etmek, sigaradan tiksinmek, bi daha hiç görmek dahi istememek bilinçli ve karar verilerek yapılan şeyler değil. O yüzden bu beklentilerinizi şimdiden yok edin. Sigarayı gerçekten bırakacaksanız, şimdiden öyle düşünüyorum ki daimi bir savaş gerekecek. Ama bu savaş içindeki direnciniz ve güç kullanımınızın git gide düşeceğini yeğliyorum :)

"Bu gece son!..." yazımdan sonra, 2 Ocak 2011 Pazar gecesi, gerçekten 23,55 ' te son sigaramı içtim ve söndürdüm. O andan itibaren de, ağzıma sigara sürmedim. Pazartesi sabahı gayet güzeldi... Enerjik, mutlu v.s. İtiraf etmeliyim ki, öğleden sonra biraz zorladı. Her şeye tepki verir hale geliyosunuz. Ama bu durumları atlatmak için en güzel yol, eğer kafa yormanız gereken bir işiniz varsa, tamamen ona odaklanıp, sigarayı unutmak... Ya da çay kahve araları verip, arkadaşlarınızı yanınıza alıp, gerekirse sigara üzerine dahi gırgır şamata yapıp kafanızı dağıtmak. (Ben ilk iki gün, her iki methodu da kullandım.)

Üçüncü günden sonra, çok daha rahattım. Özellikle 3. günün akşamı yaptığımız halı saha maçında, nefesimi daha iyi kontrol edebildiğimi görmek, büyük bir motivasyon kaynağı oldu. Bilimsel olarak mümkün mü bilmiyorum, 3 gün sigara içmediğimde nefesimin açılması. Ama uygulama da kesinlikle hissedilir bir fark vardı. Halı saha maçından sonra, arkadaşlarımla yediğim yemeğin ardına, restoranın kapısının önünde onların sigara içmesi, elbette ki direncimi kırdı. Ama savaşı bırakmadım tabi ki, yine başka şeylerle ilgilenerek kafamdan attım onu.

Dördüncü gün, facebook profilimi takip edenlerin de bildiği gibi bir Samsun seyahatim oldu. Hava alanında "bekleme" dakikalarında elbette ki yine aklıma geldi. Ama bunun tamamen psikolojik olduğunu artık biliyordum. Gündelik hayatınızda, düşünmeden, reflekslerle yaptığınız bazı hareketler, tepkiler vardır ya... Bu da öyle bişey. "Bekliyorsanız, sigara içmelisinizdir." 15 yaşlarımdan beri bu hep böyleydi. Arkadaş, sıra, otobüs, minibüs, konser girişi, sinema arası, sevgili randevusu... "Beklemek" eylemini her gerçekleştirdiğim anda aklıma ilk gelen hep sigara oldu. İtiraf ediyorum, sevgililerimden de önce... :))) Ama bu, yani akla sigara gelmesi, tamamen bir alışkanlıktan ibaret. 3 gün yapmadığınızda, birisi gözünüze sokmadığı sürece unutulabiliyor.Samsun seyahatinin akşamında, bir rakı masasındaydık. İşte en büyük sınavım buydu. :)) Alkol ve sigara ikilemi. Sigarasız bira içilir mi ? Ya rakı ? Türk kahvesi ? Cevap veriyorum arkadaşlar; içiliyor! Hem de, buna hazırsanız, iyi motive olmuşsanız, eskisinden daha lezzetli olduğundan emin olun. Alkolün çakır keyf halini atlattıktan sonra, o ağzınızdaki çamur tadının olmaması, o kadar güzel bişeymiş ki, sanırım ilk defa tadıyorum bunu :) Bu tatlar bana gerçekten motivasyon kaynağı oldu...

Beşinci gün, artık büyük sınavımı da atlatmış olmanın verdiği gurur ve motivasyonla çok daha güçlü hissediyordum. İş yoğunluğu da eklenince üstüne, hakikaten sigara aklıma bile gelmedi. Bu günün akşamı önce bir arkadaş toplantısında, sonra da Asmalı Mescit 'deydim. Artık biramı da içebiliyor, etrafıma fetva bile veriyordum sigara konusunda :) O akşam ilk defa tanıştığım insanlar, bu konuda sıkıcı olduğumu da düşünüyorlardır muhtemelen :) Ama biraz bencil olmak gerekiyor. Bu iş savaşı kazanmak için, motivasyon şart. Motivasyon güç katıyor...

Bu gücü kazanmama sebep olan en büyük etkende, yine karakteristik özelliklerimden biri olan "hırs" oldu. Birinci günün akşamı, kafamdan geçen tüm planlarda önce sigara düşünüp, ardından "ben sigarayı bırakmıştım" demem, beni gerçek bi bağımlı olduğuma inandırdı. Ve kontrolü bu kadar kaybetmiş olmak özgüvenimi bi hayli düşürdü. Hayatımın tam merkezindeydi sigara, ve ben bir çok kararı ona göre alıyordum. En azından kendimi böyle olduğuna inandırmıştım. Ve hiç sigara içmemekten önce, bu bağımlılıktan kurtulmayı koydum odağıma. Şu bi gerçek ki sigara, vereceğim kararlarda bir daha beni yönlendiremeyecek...

Altıncı gün, yakın arkadaşlarımla toplandığımda, birlikte en çok sigara içtiğim arkadaşımın hala devam ettiğini gördüm. Bana eşlik edeceğini söylemişti, ama bunu söylerken ikimizde inanmamıştık zaten. Onun hala içiyor olmasını kıskanmadım diyemeyeceğim. Hala içebiliyor, bir an kendimi hastalıklı gibi hissettim. Yani mecburiyetten ve acizlikten sigara içemiyormuşum gibi bir his kapladı içimi. (Mecbuiyet, zorunluluk benim en büyük demoralize kaynağımdır.) Tam böyle düşündüğüm anda, bunu kendi irademle ve isteyerek yaptığımı, sigara içmenin şuan daha büyük bir hastalık olduğunu düşüncesine kendimi inandırarak, " o anda " da mutlu olmayı başardım...

Bu altı günlük süreçte gördüğünüz gibi, hiçte kolaylıkla yapılmıyor bu iş. Neredeyse her an aklınızda. Okul mezuniyetlerinizde ağladığınızı düşünürseniz, 13 senelik bir alışkanlıktan vazgeçmek, ve bu alışkanlığın sizin sinir ve stresinizi aldığına kendinizi inandırdıysanız... Hakikaten kolay değil. Ama sadece karar verip, hedef koyup, kendinizi kandırmamanız, kendinize karşı dürüst ve gerçekçi olmanız bırakmanız için gerçekten yeterli.

Umarım ben ve tüm bırakanlar için daimi bir karar olur...
Sigarasız günler...

Önemli Not : Bu hafta, benden haberli ve habersiz, toplamda 7 kişinin sigarayı bıraktığını öğrendim. Şuan herkes benimle aynı seviyede gidiyor. Umarım hepimiz bırakırız, ve umarım sizlerde bırakabilirsiniz...


Serkan ÜRGÜN

2 Ocak 2011 Pazar

Bu Gece Son!...

Evet...Bu gece son olacak.
Son kez yanacak o ateş, son kez kokacak Zippo' nun gazı,
Ve son kez duyacağım o çıtırtıyı...
Son kez tadacağım o ilk nefesteki yadsınamaz tadı,
Ve son kez alacağım yemekten hemen sonraki vazgeçilmez hazzı.
Son kez duyacağım son nefesteki o hasreti,
Ve duman son kez çıkacak sıcak sıcak burnumdan...
Son kez sökeceğim, yeni standartlarla bozdukları paketin jelatinini,
Ve son kez buruşturmadan çöpe atacağım "box" paketimi...
Son kez çöpe atıp, yenisini almayacağım bu gece...
Bu gece son olacak...
Bu yıl başka olacak...

Ve şimdi, kahkahalar başlasın... (mola)

13 senelik sevgilinizden ayrıldınız mı siz hiç ? Hem de severken... Sevginiz bitmeden... Saygınızı yitirdiğinizi, birbirinize zarar verdiğinizi düşündüğünüz için, sevginizi kalbinize gömerek onu terk ettiniz mi ? Ya da bunu yapmayı düşündünüz mü ? Böyle oluyor işte o vazgeçişler...

Evet, bir ay  kadar önce alındı bu karar. Karşılıklı anlaştık... Ağlamalar sızlamalar, "bi kez daha denesek mi" ler,  formalite işlemler derken tam bir ay geçti ve son güne gelindi... 3 Ocak 2011 'in ilk dakikalarından itibaren, evlerimizi, yaşam alanlarımızı ayırarak birbirimize veda kararı aldık. Hayatımda zaman zaman olmuştur böyle vazgeçişler, böyle keskin virajlar aslında. Kiminde iradeli olup istikrar sağladım, kiminde yenik düştüm nefsimle birlikte, içten gelen o şeytani duygulara... Öyle dalga geçercesine bakmayın, küçümsemeyin, ben onu hala seviyorum ama, bazı sevgiler zarar verebiliyor insana. Bu zararlı sevgi, fiziksel olarak bir şeyler eksiltmeden, benim onu önce aklımdan, sonra zamanla kalbimden sökmem gerektiğini anladım. Nasıl ?! Geç mi oldu diyorsunuz ? Olsun... Geç olsun da, güç olmasın yeter...

Karar budur arkadaşlar. Bu zamana kadar, yanımızda olan, bizi yalnız bırakmayan herkese, yaptıkları destekten dolayı teşekkür ediyorum.  Bundan sonra "benim en iyi dostum içkim, sigaram" demeyeceğim. Dolayısıyla bundan sonra desteklerini daha fazla bekliyorum dostlarımın...

İçinizden bilenler bilir ki, bu karar birkaç kez daha alınmıştı bugüne kadar. Aşk bu arkadaşlar, istikrarlı olamadık...Ayıplamayın beni...Ama dileğim, dualarım; bir kez daha aynı sonun yaşanmaması üzerine... Bir kez daha o nefse yenilmemek üzerine... 2011 'in bu konuda da farklı bir yıl olması üzerine...

3 Ocak' ın ilk dakikalarında görüşmek üzere arkadaşlar. Belki bir süre daha sinirli, daha stresli, daha kırıcı ama... Daha dumansız günlere diyorum...  Bu ayrılık senfonisine katılmak isteyen, yanımda olmak isteyen, partnerinden korkup bunu açıklayamayan ve destek olacak bir omuz bekleyen varsa... Ben burada olacağım...

Sevgilerimle,
Serkan ÜRGÜN

25 Aralık 2010 Cumartesi

LCD TV ve LED TV

Merhaba,


Blogu ilk açtığımda, sıklıkla yazacağımı ümit etmiştim ama öyle olmuyormuş... Bir koca ay geçti ben hala ikinci yazımı yazamadım. Vakit probleminden daha çok, konuya karar verme kısmı zorladı beni. Hani şu her yazı yazan kişiye basit gelen köşe yazarlığı yok mu? Onlar geldi aklıma ve takdir ettim kendilerini. Zor meslek vesselam...


Yok yok, merak etmeyin işi o boyutlara taşıyamayacağımın farkındayım. Öyle bir hedef falan koymadım kendime. Belirli bir alanda yazmak gibi bir düşüncem, asla yok. O hafta gündemdeki bir haber, bir konu hakkındaki görüşüm, kişisel gelişim konuları, teknoloji dünyası, yeni çıkan bir ürün v.s. Marifet gibi anlatıyorum değil mi ? :) İtiraf edeyim konu seçerken daha az zorlanmak adına böyle bir karar verdim :)


Bunca savunmadan sonra, bu yazımın, teknolojiyle ilgilenen, takip eden ya da etmeye çalışan kitlenin, bir süredir kafasını meşgul eden bir soruya cevap niteliğinde olacağını açıklayayım. Konumuz LCD TV ve LED TV 'ler... Aynı, bir dönem Plazma TV ve LCD TV 'ler arasındaki farkın merak edilmesi gibi, bu konu da hayli bir merak konusu oldu.


Öncelikle LCD hakkında özet bir bilgi vererek başlayalım. LCD, ingilizce Liquid Crystal Display kelimelerinin baş harflerinden oluşturularak türetilmiş bir görüntü teknolojisi adıdır. Aslında LCD monitörden ziyade, teknolojiye verilmiş bir isimdir. likit kristallerden oluşan bir panel. Bu panelin önüne bir plastik çerçeve, arkasına aydınlatma sistemi, anakart, besleme devresi ve plastik kapak eklenerek LCD monitörler oluşturuluyor. LCD monitörler, CRT yani Türk diliyle tüplü televizyonlara göre en başta daha canlı ve daha net görüntü sağlamaları sebebiyle tercih sebebi olmuş, CRT monitörleri tarihin sayfalarına gömmüştür. Canlı ve net görüntü farkının yanında, LCD monitörlerin artısı saymakla bitmez ama özetlemek gerekirse; görüntü kalitesi, hacim büyüklüğü, enerji tasarrufu diyebiliriz.


Gelelim LED TV 'ye. LED TV aslında farklı bir teknoloji ürünü değildir. Hatta neredeyse teknoloji olarak hiç bir farkı yoktur ki, zaten LED TV bir LCD TV 'dir. LED TV  ile adlandırılan monitörler, bilinen lcd monitörlerin farklı bir ışık kaynağıyla aydınlatılmasıyla ortaya çıkmış bir üründür. LED, ingilizce Lighting Emitting Diode  kelimelerinin baş harflerinden oluşturulan bir elektronik devre elemanıdır. Diğer diyotlardan ayıran özelliği ışık yayması sebebiyle, aydınlatma elemanı olarakta kullanılmaktadır. LED TV 'ler piyasaya çıkana kadar kullanılan LCD TV'ler floresan tüplerle aydınlatılıyordu. LCD TV 'lerden bu floresan tüp katmanı çıkarılıp, aydınlatma çok daha küçük parçalar olan ledler yapılmaya başlanınca, ortaya daha ince bir LCD TV ortaya çıktı. Uyanık üreticilerde, bu boyut farkıyla birlikte, LED TV 'lerin daha kaliteli görüntü verdiğini iddia ederek, tüketiciyi kandırmanın yolunu bulmuş oldular.






LCD TV aydınlatılmasında kullanılan floresan...


Bir söylentiye göre, Amerika' daki  üreticilerden SAMY firması, LED-LCD  TV yerine, LED TV adını kullandığı ve tüketiciyi aldattığı iddiasıyla dava edilmiş. Bu sebeplerden dolayı, yazımın buradan sonraki kısmında, LED TV adını LED-LCD TV olarak kullanacağım...


LED-LCD TV' ler Edge Led ve Full Led olmak üzere iki çeşitte üretiliyor. Edge led' de aydınlatma, cep telefonu ekranlarında olduğu gibi ekranın kenarlarından sağlanıyor. (Bazı telefon ekranlarının sağ ve sol kenarlarına açılı baktığınızda dikkatinizi çekmiştir.) Full Led ise, tabi ki düşünüldüğü gibi arkası tamamen ledlerle kaplı bir ekran değil. LCD TV' lerde, floresan tüplerin bulunduğu katmanın çıkarılarak, yatay olarak dizilmiş ledlerin oluşturduğu katmanın eklendiği LED-LCD TV tipidir.


 Full Led ve Edge Led farkını aşağıdaki görsellerden daha iyi anlayabilirsiniz.








LED-LCD TV' ler ile gelen en önemli iki avantaj; boyutları ve siyah renk teknolojisidir. Yukarıda da belirttiğim gibi, LCD TV' lerde aydınlatma da kullanılan floresan katmanı, yerini çok küçük ledlerden oluşan katmana bıraktığından, LED-LCD TV 'ler, LCD TV' lere göre daha ince boyutlarda üretilebiliyor. Siyah renk teknolojisi ise, görüntüdeki siyah rengin oluşturulma şeklidir. LCD TV lerde, aydınlatmada kullanılan floresanlar yatay olarak uzun birer parça olmaları sebebiyle, lokal kullanılmaları söz konusu olamıyordu. Siyah renk verilerek gösterilen alanlar, arkada floresanın da yanmasıyla  griye yakın bir renk olarak görünüyordu. LED-LCD TV 'lerde ledleri lokal olarak kullanma imkanı doğduğundan, siyah rengin verildiği bölgedeki ledler lokal olarak kapatılarak, siyahın daha güçlü görünmesine imkan sağlanmış oluyor. Ancak siyah rengin dışında, görüntüde kalitesinde göz önüne alınacak bir artış bulunmuyor. 

Özetle; LED-LCD TV' ler ile LCD TV 'ler arasındaki 1000 TL' ye dayanan farkları düşündüğümüzde, bu farka değecek bir avantaj sağlamıyorsunuz. Ancak maximum görüntü kalitesi vazgeçilmeziniz ise, bu yüzden siyah rengi daha güçlü almak sizin için önem taşıyorsa ve bütçenizde genişse, LCD teknolojisinin son ürünü LED - LCD TV 'ler sizleri bekliyor...

Serkan ÜRGÜN



18 Kasım 2010 Perşembe

İlk sayfa nizamlı, intizamlı...

Yaklaşık olarak 15 yaşından beri web tasarımla, internetle yakından ilgilenen, zaman zaman bu işlerden geçimini bile sağlamış biri olarak blog hesabını anca açıyor olmak, bence de çok ayıp.Eh anca fırsat oldu diyelim...

Dün gece arkadaşlarla çocukluk anılarımızdan konuşurken ilkokul defterlerimize geldi konu. Bu ezikliği sadece benim yaşadığımı sanardım ama, tüm erkek arkadaşlarımında defterlerinin "bakkal defteri" gibi olduğunu öğrendim dün. İlk 3 sayfa (en fazla o da) nizamlı, intizamlı, diğer sayfalar kâbus gibi... Bu kâbus sayfalarını gördükçe annem defterlerime "bakkal defteri" demişti. E haksız da değil, sokaktaki bakkalın sahibi Mustafa Abi' nin bile defteri benden daha düzenliydi. Dün geceden aklımda kalmış olacak ki, açtığım bu blog hesabının adını "Müsvedde defteri" koymak istedim. Üniversite yıllarımda sıkıldıkça karaladığım müsvedde kağıtlar vardı. Hayatımdaki yerleri büyüktür. O zamanki hissiyatımı, duygu, düşünce ve hayata bakışımın çok net birer kanıtı. Diğer bir kanıtı kuzen Can' dır ki şimdilik konumuzla bi alakası yok...

İşte bu blog hesabını açmamın ve ismini " Serkan' ın müsvedde defteri " koymamın amacı da budur. Buraya o şekilde, derlemeden, toplamadan, düşünceyle eş zamanlı karalamalar yapmak... Türkçe kullanımına ve imlalara dikkat edecek olsam da, bu beyin ve parmaklar arasında online ilişkiden doğacak kusurlar için, şimdiden affola...

Yazı yazmayı seven ve kalemine güvenen biri olarak şimdilik burada keseyim... İlk günden bu kadar sıkmayayım ki blog 'um okunurluğunu yitirmesin :) Herkesin bayramını burada bir kez daha kutlar, sevdiklerinizle birlikte mutlu, huzurlu nice bayramlara ermenizi dilerim...

Sevgiler...
Serkan